Kybele’den kadın erenlere…
Kybele’den kadın erenlere…
Medeniyetlerin beşiği Anadolu, gerçekliğin
evrimselleşmesiyle daha bir zenginleşmiştir. Bu topraklara ait hikayelerin,
efsanelerin bir özü, geçmişi yani altyapısı vardır. Bu altyapı Mora ve Yunan
medeniyetinin öncüsüdür. Kadına ilişkin söylenceleri de Ana tanrıçalar dönemine,
İonlara, Hatti ve Friglere kadar uzanır. Matriarkal dönemin temel unsurları
Anadolu’da Kubela, Kubebe, Arabistan ve Hicaz’da Hubel ve Kible, Yunanistan’da
İdea, Themis, İtalya’da Vesta ve Anna, Suriye’de ise Atargatis olur. Eski
çağlarda anaerkil toplumlarda Kybele tüm tanrıların ve
tanrıçaların anasıdır.
Eski çağlarda inançlar, insanların
isteklerinin kişileştirilmiş şeklidir. Öyle ki evrendeki her şey canlıdır. Tüm
doğa olaylarının sebepleri büyük bir güce bağlanır. Halikarnas’ın bu konudaki
tespiti doğru olsa gerek:
“İnsanların istekleri açlıktan
ölmemek, toprağın verimli olması, diğer kabileler tarafından öldürülmemek yani
kabileye çocuk ve savaşçı yetiştirilmesi, kabilenin verimli olması idi.
Toprağın verimsizliği onun kısırsızlığına, gübre noksanlığına ya da onun
kazılmasına bağlı değildi. Onlarca bu hal, tanrılara karşı bir günah işlenmiş
olmasından geliyordu. Şunu da unutmamalı ki insan, çevresinde sonsuz bir evren
görüyor bu evrende her şeyi canlı sayıyordu. Örneğin rüzgarı mutlaka birisi
ağzıyla üflüyordu. Öyle ya rüzgar bağırıyor, çağırıyor, gülüyor, çığlıklar
salıyor, zıplayıp sıçrıyor ve her şeyi sarsıyordu.”
Neolitik çağda bu ilkel toplumun
öğrendiği temel öge, tabiatın canlı –ilkelce de olsa- olduğuydu. Onlar doğa
olaylarını varlıklaştırmışlar belirli güçlere odaklamışlardı. O nedenle
korkuyor ve tanrılarını, tanrıçalarını kızdırmamaya özen gösteriyorlardı.

“Çatalhöyük’te ele geçen idoller
burada yoğun bir Ana Tanrıça kültünün varlığını göstermektedir. Bu idoller genç
kadın, doğum yapan anne ve yaşlı kadın şeklinde sınıflandırılmıştır. Bu
bağlamda Hacılar höyüğü de ilginçtir. Bu höyükte de pişmiş Ana Tanrıça
heykelleri bulunmuştur. Bunlar arasında en ilginçlerinden biri de çocuğu ile
resmedilen geniş kalçalı ana tanrıça idolüdür.”
Anadolu
Medeniyetleri Müzesi web sayfasında da konuyla ilgili şu ifadelere rastlamak
mümkün:
“Ana Tanrıça
fikri bereket kültü olarak görülür. Pişmiş toprak yanında taştan da yapılan Ana
Tanrıça, genç kız, doğuran kadın ya da yaşlı kadın olarak gösterilir. Bunlar
arasında iki yanındaki leopara dayanmış, doğuran tanrıça özgündür. Heykel ya da
yüksek kabartma olarak yapılan ana tanrıça tasvirleri yanında pişmiş topraktan
hayvan şeklinde adak heykelcikleri de vardır.”
Rum diyarının bacıları
Anadolu’nun
ana tanrıçası neolitik dönemde aynı zamanda toprak anaydı. Doğayı yönetmekteydi.
Bereket imgesiydi. Anadolu’nun köylerinde kasabalarında bugün analara yüklenen anlam
gibiydi. Anadolu kadını eski çağlardaki tanrıçalara atfedilen diğer bir mana
gibi üretkendi. Doğanın içinde, tarlada, sabanda, orakta, hasattaydı…
Bu coğrafyanın kadınları yine bu
coğrafyaya özgü niteliklerle adlandırılarak unutulmazların arasında yaşamlarını
sürdürmeyi başardılar. İda Dağı’nın Aphrodite’i ve Hera’sı bir yana Bacıyan-ı Rum entrikalarla uğraşmadı, hoşgörülü idi.
Yüklendiği misyon farklıydı. Kimi zaman Kadıncık Ana oldu, Sarı Kız, Güzelce
Kız oldu; kimi zaman da Nene Hatun ve Kırmızı Ebe olarak belirdi. Keramet ehliydi.
Gaibe selama durduğu da oldu, babasına abdest için dağdan elini uzatarak
denizden su doldurduğu da. Büyüklükleri; iyilik, inayet ve gönüllerinin
zenginliğindendi.
Nezihe Araz’ın dediği gibi,
Anadolu’nun kadın erenleri, “Bir yerde mekanın olsun bin yerde ocağın tütsün”
şeklinde anılmaktadırlar. Ocağı tüttürmesi, üretkenliği,
çalışkanlığı, sevgisi ve hoşgörüsü ile Anadolu kadını, dar günlerin Hızır’ı
da oldu.
Kadim bilgelikten başlayarak Anadolu’da
kadına verilen değer, Horasan erenlerinin yeni yorumları ile geçmişini
kaybetmemiş, “Rum Bacıları” olarak vücut bulmuştur. Anadolu kadını toplumun
direği olma vizyonunu geçmişinden aldığı bu güçlü bağlarla bugün de yarın da
sürdürecektir.
MZENGİN
Ekim 2014, İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder