Nefes mi, buğday mı?

Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Horasan Erenleri ve Türkmenleri ile kök salmaya başlayan felsefi akım, şiirlerini Türkçe olarak yazan Yunus Emre ve O’nun tabii olduğu topluluğa olan bakış açısı hakkında somut kanaat oluşmasını sağlamıştır.

Yunus Emre’nin hayatı ile ilgili araştırmalar sınırlı bilgilere ulaşmış olsa da 1240-1320 yılları arasında yaşadığı konusunda ortak görüşler ortaya çıkmaktadır. Bu, kendi eserlerinden ulaşılan bazı bilgilerden de anlaşılmaktadır. Risâletü'n-Nushiyye isimli eserinin sonlarındaki,

Söze târîh yidi yüz yidi-y-idi
Yûnus cânı bu yolda fidî-yidi


beyitinde geçen h. 707/ m. 1308 tarihi, Yunus Emre'nin bu yılda hayatta olduğuna işaret etmektedir. O’nun h. 720 / m. 1320 yılında seksen iki yaşında öldüğünü belirten bir mecmua kaydı ise araştırmacılar tarafından kabul görmektedir.

Yunus’un yolu
Bazı araştırmacılar ve tarihçiler Yunus Emre’yi Mevlevi gibi göstermeye çalışsalar da O’nun şiirlerinde Tapduk Emre’yi Piri olarak anması ve Tapduk’un da Hacı Bektaş-ı Veli’ye olan bağlılığı bu iddiayı çürütmektedir. Tapduk Emre Ehl-i Beyt öğretisine sahip bir erendir. O’nun; "Tapduk'un tapusında kul olduk kapusında" dizesi ile;

“Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü”

beyiti bu gerçeği desteklemektedir. Hacı Bektaş’ın Makalat’ında anlatılan dört kapı kırk makamdan başka bir şey değildir Yunus’un bu dizelerinde anlatmak istediği. Dolayısı ile Yunus Emre Hacı Bektaş-ı Veli yolundandır, bu öğretiye mensuptur ve kendine bu ışık dahilinde yol çizmiştir.

O’nu Âşık Yunus ile karıştırmamak gerekir. 1439 yılında Bursa'da vefat ettiği sanılan ve "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü", "Sordum Sarı Çiçeğe" ve "Dertli Dolap" gibi şiirleri Yunus Emre’ye değil Aşık Yunus’a aittir. 1500’lü yıllardan itibaren kopya edilen Yunus Emre Divan’larında da bu iki farklı kişi aynı şahıs zannedilmiştir.

Gazi Üniversitesi’nden Yard.Doç.Dr. Mustafa Tatçı’nın Yunus Emre Divanı hakkında yaptığı 4 ciltlik araştırma ile ilgili Doç. Dr. Mustafa Yıldız tarafından kaleme alınan tanıtım yazısında Yunus Emre’nin kişiliği şöyle özetlenmektedir:

“Yûnus Emre, Anadolu Türklüğü içinde yetişmiş olgun bir sûfîdir. Türkçeyi edebîleştirme yolunda en büyük gayreti gösterenlerin başında Yûnus Emre bulunmaktadır. Yûnus'un bir başka özelliği de, Türkçe dinî, tasavvufî ve millî bir terminoloji geliştirip kullanmasıdır. O, bir yönüyle varlık, bilgi, aşk, ahlâk, tevhîd, vahdet-i vücûd, Tanrı konularında cevaplar arayan bir düşünür olarak karşımıza çakmakta; diğer taraftan şâir yüzünü göstermektedir. Dolayısıyla biz, Yûnus'un dünyasına panteist, mistik ve hümanist terminolojiyle değil, kendi terminolojisiyle girebiliriz.”

Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli öğretisine girmesi ise Vilayetname’de anlatılmaktadır. Hacı Bektaş’ın O’nu Tabduk Emre’ye yollaması Tapduk ile Hünkar arasındaki diyaloğun derecesini göstermesi açısından da önemli bir ipucudur. Vaka şu şekilde anlatılmaktadır:

“Rum erenleri Hacı Bektaş-ı Veli’ye gidecekleri vakit Emre’ye haydi dediler, sen de biziml e gel. Emre çok kuvvetli bir erdi. Dost divanında bütün erenlere nasip üleştirirken Hacı Bektaş adlı bir er görmedik dedi. Hacı Bektaş’a gitmedi. Hacıbektaş’a Emre’nin sözünü haber verdiler. Hünkar Sulucakaraöyük’te, Kadıncık Ana’nın evine yerleşince her taraftan muhip, müürit gelip ıhtırılmaya başladı. Hünkar Saru İsmail’i göderip Emre’yi çağırttı. Emre yanına gelince Hacı Bektaş, siz dedi, dost divanında erenlere nasip üleştiren Hacıbektaş adlı bir kimse görmedik demişsiniz.  Emre, o divanda bir yeşil perde vardı dedi, onun ardından bir el çıktı bize nasip üleştirdi. O elin avucunda latif, yeşil bir ben vardı, şimdi bile görsem tanırım. Hacı Bektaş elini açtı. Emre Hacıbektaş’ın avucunda o güzelim yeşil beni görürgörmez üçkere, “Tapduk Hünkarım” dedi. Bundan sonra adı Tapduk Emre kaldı. Emre başındaki tacı çıkarıp Hünkara teslim etti. Hünkar, tacını tekbirleyip giydirdi. O da izin alıp makamına döndü.”

Moğol yangını
13. yüzyıl, Anadolu’da zor zamanların geçirildiği bir asırdır. Moğol baskısıyla Horasan Türkmenleri Anadolu’ya gelmeye başlamış, yurtluk edinme mücadeleleri zuhur etmiştir. 1240 yılında; artan vergilerin, Tükler’in kendi devletlerinden dışlanmaları ve daha da fakirleşmeleri sonucu çıkan Babai ayaklanması devletin zayıf düşmesine neden olmuş, 1243 yılında Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu ile yapılan Kösedağ savaşında ise Selçuklu ordusu sayıca çok üstün olmasına rağmen yenilgiye uğramıştır. Selçuklu sultanlarının bazıları Moğol ile ılımlı ve kabullenici bir politika gütmeyi yeğlemiş, bazıları ise gizli örgütlenmelerle Türkmenlerin desteğini de alarak karşı koyma çabası içinde yer almışlardır.

Yunus Emre’nin doğup büyüdüğü ekonomik ve siyasal ortam işte bu şekildedir. Yokluk yıllarında Hacı Bektaş’ın namını duymuş, O’ndan kendi köy halkı adına yardım dilemeye, buğday almaya gitmiştir...

Nefesi ne yapayım, bana buğday gerek
"Hacı Bektaş’ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan mürid, muhip gelmeye başladı. Semâ’lar, safalar sürülüyordu, meclisler kuruluyordu. Yoksullar geliyorlar, zengin oluyorlar, murad almak dileyenler, baş vuruyorlar, muradlarına eriyorlardı.

Sivrihisar'ın güneyinde Sarıgök derler, bir köy vardır. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus, ekincilikle geçinir, yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş'ın vasfını o da duymuştu. Gideyim, biraz bir şey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük’e geldi. Hünkâr'a, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr, emretti, alıcı yediler. Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr bir derviş gönderdi, sorun, dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus'a sordular, ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek, dedi. Hünkâr'a bildirdiler. Buyurdu ki: Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus'a bunu söylediler, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek, dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düşdü. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben, dedi. vilâyet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç günde yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indirdi, erenler, dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana.
 
Halifeler gidip Hünkâr'a bildirdiler. Hünkâr, o iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye sunduk. Ona gitsin, nasibini ondan alsın, dedi. Halifeler, Hünkâr'ın sözünü Yunus Emre'ye söylediler. O da Tapduk Emre'ye gitti, Hünkâr'ın selâmını söyledi, olanı biteni anlattı. Taptuk, selâmı aldı, safa geldin, kademler getirdin, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al, dedi.
 
Yunus, Tapduk Emre'nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Tapduk Emre'ye bir neşe geldi, hallendi. Meclisinde Yûnus-ı Gûyende adlı bir şair vardı, ona söyle dedi. Mırın kırın etti, söylemedi. Tapduk, Yûnus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yûnus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yûnus Emre'ye döndü, Hünkâr'ın nefesi yerine geldi, vakti tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle, dedi. Hemen Yûnus Emre'nin gözünden perde kalktı, söylemiye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu."

Tabii burada anlatılan vakada önemli semboller vardır. Buğday ile anlatılmak istenen zahiri yani görünür alem ve onun nimetleri, nefes ise sonsuzluktur, hakikata ve Hak’ka götüren yoldur. Mana alemini
temsil eder. Ancak Yunus bunun farkına sonradan varmıştır. O nedenle nasibi Hacı Bektaş tarafından Tabduk’a verilmiştir. Nitekim Yunus ömrü boyunca gerçeği aramak durumunda kalmıştır.

Yaşamı boyunca Hak’kı arayan Yunus, şiirlerine hiciv sanatını da gayet anlaşılır bir Türkçe ile kullanmıştır. Muhtemelen bulunduğu, gördüğü ortamlarda olan yanlışları doğru yolu bildirmek için kaleme almıştır.

Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil

diyen Yunus, şeklen değil kalben ibadet yapılması gerektiğine işaret etmiştir. O’na göre kendini bilmeyen de yarımdır.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır

dörtlüğnde olduğu gibi din alimi ya da bilim eğitimi alsın, insanın bu bilgileri toplum yararına kullanmadıktan ve kendi benliğini yenemedikten sonra bir hükmü yoktur. Hak katında da yeri bulunmamaktadır.

Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm
Şiirlerini Türkçe yazan ve söyleyen Yunus Emre’nin Mevlana ile de görüştüğü sanılmaktadır. Bazı şiirlerinde Mevlana’nın adı geçmektedir. Ancak O’nun dildeki ustalığı ve anlaşılırlığı o derece ileridir ki, Mevlana ile sohbetinin ardından, Mevlana Yunus’a Mesnevisinden söz eder ve okumasını ister. Yunus, Mesnevi’ye bakar, inceler ve “Bu kadar söze ne hacet. Ben olsam ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, derdim” sözlerini dile getirir. Bu bir büyüklenme değildir. Düşünüş alanında sade ve öz konuşmaya yapılan bir vurgudur. Zaten ‘yüceden bakan göz değil’ diyen bir Yunus’tan da böyle bir tavır beklenemez.

Doğru yola gittin ise
Er eteğin tuttun ise
Bir hayır da ettin ise
Birine bindir az değil

Yunus Emre’nin Anadolu’nun pek çok kentinde olan mezarı,O’na verilen değer açısından somutluk teşkil eder. Yunus Emre, kabrinde de yanlız olmasa gerek...

Mehmet ZENGİN 24 Ocak 2014, İstanbul



Kaynaklar

Manakıb-ı Hünkar Hacıbektaş-ı Veli Vilayet-Name, Abdülbaki Gölpınarlı s.21,47,48,

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nefes mi, buğday mı? Yunus Emre

Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli

Sarı Saltık